Devrim Erbil: Baskıresim, sanatın demokratikleşmesidir

Röportaj: Derya Aydoğan

Günümüz sanat ortamının dev ismi, adı gibi sanatta devrimler yaratan, onunla aynı çağda olmanın mutluluğunu yaşatan kıymetli sanatçımız Devrim Erbil… Tüm yaşamını sanata ve eğitimciliğe vermiş olan Erbil’le tanışmak, Suadiye’deki atölyesini, çalışma ortamını gezmek, sohbet etmek; şüphesiz iz bırakan değerli bir an olarak hafızalarımıza kazınacak. Devrim Erbil, sanatta kendi üslubundan ödün vermeden yenilikçi yaklaşımları kullanan, teknolojinin getirdiği olanaklardan yararlanan tavrı ile öncü, örnek alınması gereken bir isim. Sanal Gerçeklik teknolojisini kullanarak eserlerinin içinde gezebilme şansı tanıyan “Sanal Devrim” projesi ile çağdaş sanat ortamına farklı bir bakış sunduğu açık. Bu yılki hayali ise Contemporary’de bir mekanda interaktif bir tasarım ile kuşlarının uçması… Kendisiyle sanata bakış açısını, eğitim ortamını, girişimciliği ile öne çıkan projelerini, baskı sanatını ve yaşamından öne çıkan anekdotları, hayallerini konuştuk.

Engravist takipçileri ile Devrim Erbil’i buluşturmanın mutluluğuyla sohbetimize davet ediyoruz…

İsimlerin insanların kaderini yansıttığını, yaşamını yönlendirdiğini düşünüyorum. “Herkes ismiyle dünyaya gelir” diye bir inanış da var. Sizin adınız Devrim Erbil. Türkiye’de Çağdaş sanat alanında bir devrim yarattığınızı düşünüyor musunuz? Sizin yaşamınızın devrimi nedir?

Benim hayatımda daima yeni, farklı, değişik olanı yakalama özeni var. İsimler üzerine bende çok düşündüm. Hatta çok değer verdiğim edebiyatçı arkadaşlarla zaman zaman bunu konuşuruz. Mesela “Titreşimlerin Büyüsü” adlı kitabı piyasaya çıkmak üzere olan Mehmet Erguvan da bunu sormuştur. Birbirimize bu konuda takılırız. 60 ihtilalinden sonra Devrim ismi çok kişiye kondu. Ama ondan önce benim hatırladığım soyadı olarak Nejat Devrim, Hakkı Devrim var. Ama isim olarak benim yaşlarımda pek kimseye rastlamadım. 60’lardan sonra kızlara da erkeklere de bu ismi bol bol koydular.

Benim ismimi büyükbabam koyuyor. Büyükbabam 1900’lü yıllarda Bulgaristan, Hasköy Kırcaali’nden kalkmış İstanbul’a gelmiş. Rüştü İdadiye okulundan sonra 1910’da Edirne muhaseresinde komiser, 1. Dünya Savaşı’nda Gelibolu’da emniyet amiri olmuş ve Atatürk’ün arkadaşı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında birden şahlanan o devrimci yurt ve duygular içinde “Devrim” ismini koyuyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki o heyecanla Atatürk’ü tanımasının, arkadaş olmasının, Türkiye’deki devrimlerin yaşama katılmasının sonucu olarak bana böyle bir isim uygun gördüğünü düşünebiliriz. Ben ismimden o kadar memnunum ki mesela kardeşimin de adı Dilaver. Devrim nerede, benden sonra Dilaver nerede? Ben onu kendimce şöyle çözdüm. Büyükbabam 59’larda vefat etti. Edirne Selimiye Camii’nden çıkıp şehre doğru inerken sağda eski iki katlı bir belediye binası var. O belediye binasının içinde iki tane büst var. Büstlerden biri o dönemde belediye başkanlığı yapmış bir kişi olan Dilaver Bey. Tarihleri oturttum yerine, hayalimde canlandırdım, birçok olguyu yan yana getirdim: “Büyükbabam burada komiserken o da burada belediye başkanıydı. İyi arkadaşlardı. Benim ismimi Devrim koyduktan sonra çok sevdiği, değerli bir insanın adını koydu” diye kendi kendime bir öykü yarattım. İsimler dediğiniz gibi herhalde gerçekten yaşamla ilgili olur. İnsanların ismiyle yaptığı şey arasındaki bağları her zaman düşünmüşümdür.

Bazı yeteneklerim karşısında bedeller ödemem gerekiyormuş

Peki sanatta bir devrim yarattığınızı düşüyor musunuz?

Onu benim söylemem mümkün değil. Yenilikleri seviyorum, daima yenilik yapmaya çalışıyorum. Evet, devrim de oluyor ama sıçrayarak bir yenilikten bahsediyorum. Yani bir evrim değil. Baktım ki Türkiye’de devrimlerle bir yere varılmıyor artık. Belli bir dönemden sonra, demokratik ortamda ve belli bir tekamülün sonunda oğlumun adını “Evrim” koydum.

Sanatçının sanatını sunması için PR çok önemli. Mesela çok iyi bir sanatçı ama PR’ını iyi yönetmediği ya da o konuda iyi yönlendirilmediği için belki şuan adını bile bilmiyoruz. Öte yandan ondan biraz daha aşağıda ama PR’ı çok iyi yapılmış ve dünyada çok ünlü olan da vardır.

Siz hayatınız boyunca kendi PR’ınızı nasıl yaptınız, nasıl yönettiniz o ismi nasıl ortaya çıkardınız? Çünkü aynı zamanda isminizin bir marka olduğunu düşünüyorum…

Önce çok samimi olarak şunu söyleyeyim ki çok şanslı bir insanım. Mesela kura çektiğimde de en iyiler bana gelir. “Niye piyango bileti çekmiyorsun?” diyorlar. “Çekmem, halimden memnunum” diyorum. Hayatımda şanslı olduğu kadar şanssız şeyler de oldu. Mesela sakat dünyaya gelmişim. Boynum kasıyor. Milyonda bir olan bir hastalık. Çok acılar çektim. 6 yaşında çok büyük ameliyatlar oldum, alçılar içinde kaldım. Ama her şey bu dünya içinde dengeleniyor. Acıyla sevinçler, mutluluklar… Çekilen sıkıntılar; ödüllenerek sizi iyi bir duruma getiriyor. Ben bunu böyle algılıyorum. Demek ki bazı yeteneklerim karşısında bedeller ödemem gerekiyormuş. Ailem bana 6 yaşında o ameliyatı yaptırmasaydı belki bugünden daha büyük bir ressam olurdum. Ama 37 yaşlarında da intihar ederdim. Nereden çıktı 37 diyeceksin, Egon Schiele, Amedeo Modigliani, Raffaello Sanzio gibi birçok ünlü sanatçı genç yaşta vefat etmiş.

Hem teknolojide hem de onun düşünsel boyutunda kendime özgü şeyler yakaladım

37 yaş civarı sizin için sınır ya da eşik gibi bir şey mi acaba?

Bilmiyorum, benim kendime koyduğum bir sınır belki. Ama sanırım o zamana kadar insanlardan uzak dururdum. Duygusal durumlarıma karşılık alamazdım. Daha hırsla sanata sarılırdım. Çünkü ben hep böyle başarılarla yürüdüm. Ama o başarılar da kolay gelmedi. Onların karşılığında birçok şey yaptım. Başarı durup dururken sizi yakalamıyor. Kendimi yetiştirdim. Başarılı bir öğrenciydim. Felsefeyle, edebiyatla şiirle uğraştım. Donanımlı geldim.

Eskiden akademinin orta kısmı vardı. Güzel Sanatlar Lisesi gibi. Atölye eğitimi bugün de öyledir. Her sınıftan öğrenci, aynı atölyede eğitim görür. 15 yaşında bir çocukla 25 yaşında bir kişi aynı atölyede bulunabilir. Adnan Coker,  Dinçer Erimez gibi benim arkadaşlarımın çoğu orta kısımdan gelmiştir. O eğitim sistemi içinde edebiyat, felsefe, sağlık, astronomi, mantık, sosyoloji, sanat tarihi vs. hepsini çok iyi okudum ve  çok birikimli geldim. Edebiyatla uğraşmanın konuşmanızın düzgün olmasına özen göstermek gibi getirdiği özellikler var. O taraftaki özelliklerimle hep öne çıktım.  Tesadüf olduğunu düşünmüyorum, ama hayatımda bir denge olduğunu düşünüyorum. Çalışarak bir yerlere geldim. Daima  yeni şeyler aradım ve  tek yönlü olmayı hiç bir zaman istemedim. Siz gördünüz; burada vitray da yapıyorum, pilexi de, halı da… Marküteriler,  sedef üzerine işler yapıyorum. Hem teknolojide hem de onun düşünsel boyutunda kendime özgü şeyler yakaladım ve buna belki sanat tarihinde erken üsluplaşma denebilir. Şansım da beni güzel projelerle karşılaştırdı. Mesela Kabataş’taki resimlerin projesi… Kabataş’la Dolmabahçe arasındaki duvarın boş durmaması gerektiğini düşünen mimar Hakan Kıran, oraya sanat eserleri koymak istiyor ve benim resimlerimin yakışacağını düşünüyor. O da akademiden mezun ve “biz gizli gizli sizin derslerinizi izlemeye gelirdik” dedi. O duvar için resimlerimi 4-5-6 metre civarlarında büyüttük. Bir sergiye on beş günde, bir ayda iki bin kişi giderse, orada her gün beş yüz bin kişi seyrediyor resimleri. Mesela bu bir şans.

Ama öte yandan bu da bir PR…

Ama tesadüfler getiriyor.  Benim özel bir çabamla değil. Kitabı seviyorum, kitap yayınlıyorum;  film çekiyorum, kazandığımı oraya veriyorum. Çok değerli bir Belgesel Yönetmeni olan Durmuş Akbulut ile karşılaştım. Benim için belgeseller hazırladı, onların kitapları çıktı.  İZ TV geldi, benimle bir belgesel yaptı, çok sevildi, haftada iki defa yayınlıyorlar. Bunlar hep yenilikler… Yeni bir şey olduğu zaman insanların da ilgisini çekiyor. Sanat nedir? Yaşandığı yer, gerekliği nedir tartışılırken birdenbire bakıyorsunuz ki sanatın içindesiniz.  Unisef, Karaca’nın organizasyonuyla dünya çocukları için  hediyelik eşya yapıyor. En çok satılan şey; üzerinde benim resimlerim olan kahve fincanları oldu. İsviçreli bir kalem firması benim resimlerimden kalem yaptı. Böyle şeylere sıcak bakıyorum. Bu şans mıdır yoksa benim resimlerimin çekiciliğinden ya da sevilmesinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum. Ama ben insanlara hep sevgiyle yaklaşırım, sıcak davranırım. Enerjim de yerinde çalışıyorum, 3 iş birden yapıyorum. Bizim zamanımızda küratör, müzeci, menajer vs. yoktu. Biz birçok karpuzu bir koltukta taşıdık.

Müzecilik, sanatçılık, eğitimcilik, sanat yazarlığı…  Bunlar bir araya gelince birçok insanla bağlantılı olursunuz.  Ünlü yazarlar sizin için öyküler yazar, kitaplar çıkar, filmler gösterilir ve PR’ın gerektirdiği geniş kitlelere ulaşma özlemi yerine gelmiş olur. Benim şansım girişimciliğimden kaynaklanıyor. Girişimcilik konusunda dünyaca ünlü olan Richard Branson buraya geldi, onunla ilgili bir toplantı yapıldı, bende orada bir sergi yapmıştım. Akşam da yemekte beraberdik. “Bir sanatçının girişimcilik toplantısında  ne işi var?” denilebilir. Ama orada ben de bir sanatçı olarak konuşma yapıyorum.

Resmime bakanların yaşam sevinciyle dolu bir mutluluk nefesi almasını istiyorum

Sanat tüm alanlarla bir bütün içerisinde değil mi zaten? Girişimcilik de bunların içinde önemli…

Evet, ama kimilerinin enerjisi yetmiyor, kimilerinin zamanı, bilgisi, birikimi, heyecanı yetmiyor.  Bugüne kadar benimki çok şükür yetti. Hangi sanatçı girişimci? Örneğin halıyı canlandırmak için girişimler yapıyorum. Şanlıurfa’da, Gaziantep’te kent mozaik  koksun diyorum, mimarlar odasına gidiyorum, üniversitede mozaik bölümünü kurdurmaya çalışıyorum, belediye başkanına anlatıyorum.  Zorum ne?  Ama orada bunun iyi olacağına inanıyorum. Türkiye’de halıcılık neden öldü? Halı Türklerin insanlığa armağan ettiği bir teknik ve bu hiç olmazsa sanat eseri olarak yaşamalı. Hereke, ipek halının merkezi ama Çin’de Hereke diye kasaba kuruyorlar. Orada Hereke halısı imal ediyorlar. Özbekistan’da resimlerimi ipek halıya dokuttum. Afganistan’da bir vakıf ile benim vakfımın ortaklaşa  projesi olarak ipek halıyı sanat eseriyle birleştirdik. Bu dünyada olmayan çok özel bir proje. İran, Afganistan, Balıkesir, Uşak gibi farklı yerlerde 11 tane halım dokunuyor. Hindistan’da dokunmuş olanlar da var. Sanattan kazandığımı böyle işlere harcıyorum. Bir halı atölyesi kuruyorum şimdi. Ayrıca Devrim Erbil müzesiyle ilgili bir proje için belediyeye, vakıflara gideceğiz. Bunları yaptığım zaman mutlu oluyorum.

Sanat eserinde “aura” önemli bir kavram. Sizin eserlerinizde izleyiciye nasıl bir aura yansıyor olabilir sizce?  

Onlara ne yansıdığını bilemem ama benim hedeflediğim; adına aura ya da beklenti diyelim, benim resmime bakanların en azından  10 saniye boyunca yaşam sevinciyle dolu bir mutluluk nefesi almasını istiyorum.  Bu 10 saniye ama yüzlerce yıl, yüzlerce insan ile birlikte binlerce, on binlerce  katlanarak çoğaldığında; çok büyük  zamanın parçası olur. İşte o zaman benim  hayalim gerçekleşir. İnsanlarda yaratmak istediğim şey; bir tebessümdür. İnsanlar, mutluluğu hissetsinler, yaşam sevincini duysunlar, tedirginliklerini, mutsuzluklarını sorgulasınlar, hayata daha sıkı bağlansınlar isterim.

Akademi, bilgilerin aktarıldığı yerdir ama akademik bilgiler sanata götürmez

Sanatçısınız ama aynı zamanda da uzun yıllarınızı eğitime vermiş birisiniz. Eğitimin kökenine baktığımda asıl anlamının “bir şey çıkarmak” olduğunu gördüm. Korkuyu, tereddüdü, sınırlamaları çıkarmak; cesaret, özgüven vermek… Ancak tam tersi uygulanıyor ve bir şeyler eklenmeye, empoze edilmeye çalışılıyor. Sizi eğitimciliğiniz nasıldı? Cesarete yönlendirdiniz mi?  

Neredeyse 50-60 yıl kadar akademide kalmak gibi bir rekora sahibim. Sanat eğitiminin diğer eğitimlerden daha farklı bir yanı var. Sanat o özgüveni beraberinde taşımazsa; hiç kimsenin önemli bir iş yapması mümkün değil. Aşağı yukarı herkes “ben oldum” diyor. Özgüveni olmayan biri zaten önemli bir iş de yapamaz. Daha genelinden alırsak;  sanat eğitim kurumlarından başlayalım…  Eğitimde bilgi alışverişi çok eski bir yöntem. Bugün fütüristler gelecekte çok farklı bir dünya  olacağını söylüyor ve bu da yüz yıl sonra değil belki 10 yıl sonra olacak. Meslekler, yaşama biçimi değişecek; bunu  hemen görmek mümkün. Henüz bizim toplumumuzda bu kadar yaygın değil ama dünyada gençlik evlenmiyor, çocuk yapmıyor. Arabasının, evinin taksitini ödemek için yıllarca her gün çalışmak istemiyor, seyahat etmek istiyor, dünyanın sadece belli bir bölgesinde oturup kalmak istemiyor. Bilgi alışverişine dayanan eğitim sistemi de değişiyor, değişmesi gerekiyor. Bilgi, kolay bulunur ama o bilgi sorgulayıcıysa, yeniliğe yöneliyorsa, yaratıcıysa önemli. Zaten sanatın değer ölçütleri de bunlar; yeni, yaratıcı, ilerici…  Yerinde duran bir sanat yoktur. Durursa ya çok kapalı bir havzadır Mısır gibi, Çin gibi üç bin yıl, beş bin yıl kalmıştır. Ama savaşlarla, başka ilişkilerle o bile kendi içinde kalmıyordur. Sanatın yapısında vardır bu. Kültürün aktarılması da böyledir, bir toplumun gelişmesi de. Temelinde yenilik, yaratıcılık vardır. Akademi, bilgilerin aktarıldığı yerdir ama akademik bilgiler sanata götürmez. Çin sanatında atalara saygı varsa üç bin yıl Çin sanatı gelişmemiştir. Çünkü onlar doğru olan yöntemi atalarının yaptıkları ve onların eserleri diye düşünürler, onları kurallaştırmışlardır. Teknik olarak belki kalitesi yüksek ama yaratıcılık yönü olmayan işler çıkmıştır. O nedenle sanat yenilikçidir, yaratıcıdır, daima önde giden olmak durumundadır. Bu nedenle bugünün eğitim sistemi gerek bilimde gerek sanatta çok yeni, yaratıcı, sadece bilgiye dayanmayan yeni bir kimlik, sorgulayan bir kişilik yaratmak zorundadır.

Sizin eserlerinizi sanal gerçeklik uygulamasıyla canlandırdılar. Heritage 2018 fuarında onu yapan firma yer almıştı. Orada bende deneyimleme şansı elde ettim. Bu fikri nasıl ortaya çıkardınız, böyle bir şey yapmaya nasıl karar verdiniz, diğerlerinden farkı nedir? En önemlisi siz deneyimlerken kendi eserinizin içinde gezmek nasıldı?

Sizin yarattığınız bir eser durağandır. Değişik zamanlarda ona bakıyorsunuz ama zaman boyutuyla onun içinde gezerseniz rüya gibi bir ortam olur. Rüyalar hayatımızda ne kadar etkendir, ne kadar değildir bilmiyorum ama “rüya gibi bir dünya” derler ya insan onu yaşıyor. Tabii ben yeni tekniklerin yaşanması, görülmesi, denenmesi gerektiğine inanıyorum. Başta konuştuğumuz gibi yeniden yanayım hep. Benim resmimde çok geleneksel bir görüntü olursa da her an onu yenileştiriyorum. Mesela şimdi bir müze projemiz var, eserlerim yarına kalsın istiyorum. Çünkü eğer siz bir iz bırakıyorsanız, bıraktığınız izin önemine inanıyorsanız o zaman kalıcı olmak için bir çaba göstereceksiniz. Müze de bunun yeridir, kitap öyledir, film öyledir. Akıllı telefonlarda sanal gerçeklik (Virtual Reality – VR) uygulamaları var. Bir film seyreder gibi başı, ortası, sonu belli. İzliyorsunuz, onu yaşıyorsunuz. VR tekniğinde; telefonlarda veya bir takım VR gösterilerinde tıpkı filmlerde ya da kitapta olduğu gibi bir başlangıç, orta, son var. Ben bunu aşmak istedim. Senaryoyu o olayı izleyen kişinin yazacağı; kurgusunu, sürecini kendisinin saptadığı bir olay gerçekleştirelim istedim. O nedenle benim yaptığım bu “Sanal Devrim” projesinin diğerlerinden farkı süreyi siz saptıyorsunuz; bıkıncaya, sıkılıncaya kadar veya zamanınız yettiği kadar izliyorsunuz. Tekneye bindiğiniz zaman sola mı, sağa mı gidersiniz siz karar veriyorsunuz. Sinemada gibi önünüze konan kurguyu sonuna kadar izlemek zorunda değilsiniz. “Sanal Devrim” projesi Mayıs’ta New York’ta sergilendi. Şuanda Eskişehir Odunpazarı’nda Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde sergileniyor. 7 yıl önce Türkiye’de bunun başka versiyonunu video art olarak yaptım. Düşünün ki yeni bir teknoloji Türkiye’de başka kullanan oldu mu bilmiyorum. Ama 6 ay önce ben kullandım. Bu benim sanal gerçeklik olayına getirdiğim yenilik. Tabii ki bir ekip işi. Şimdi bunu mekanlarda kullanıyorlar. Japon bir sanatçı 400 teknik elemanla yapıyor. 400 kişi ışığı, hareketi, müzikle renkler arasındaki bağlantıyı kurguluyor ve uyguluyor. Eğer her şey istediğim gibi giderse hayalim bu yılki Contemporary’de, bir mekanda benim kuşlarımın uçması. Ünlü bir mimar, Jean Nouvel Fransa’da televizyonda konuşurken Devrim Erbil’in kuşlarından ve resimlerinden bahsetmiş. Kendisi Paris Filarmoni binasında, dünyanın en önemli Filarmoni orkestrası konser salonunda benim kuşlarımı kullanmış mesela. Şimdi bende kendi kuşlarımı fuarda uçurmak istiyorum. Siz gittiğiniz zaman dokunduğunuzda, yürüdüğünüzde kuşlar uçacak.

İnteraktif bir şey olacak…

Evet. Bunu yapabilir miyim bilmiyorum ama hayalim. Başlangıcından beri Contemporary’e katılıyorum. Geçen sene “İkili Bakış”ı yaptım. Ondan önce video art yaptım. Ama benim resimlerimin sevenleri var onları da araya koyuyorum. Bu sene de bunu yaparsam belki Türkiye’de yapılmamış bir şeyi gerçekleştireceğim. Yenilikse, ben düşüncelerimle yaptıklarımla buradayım.

Sanat konuşmadan var olmayan bir olgudur

Engravist’i biliyorsunuz. Onun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Baskıresimin sanatın demokratikleşmesi olduğuna inanıyorum. Çünkü genelde orijinal bir esere sahip olan kişiler onu götürüp evine koyar. Ve alnına bir çivi çakar. Bu Picasso’nun deyimidir. “Alnına bir çivi çakıldığı zaman” der Picasso, “o resmin sonraki seyircilerle karşılaşması ancak o mekana gelenle olur.” Evinize gelen insanlarla sınırlıdır. Oysa sanat paylaşılmak içindir. Paylaşımı daha geniş kitlelere ulaştırmak için de baskı sanatı çok önemli. Bu bir kişinin egemenliğinde olan bir sanat eseri değil. Ama tabii on bin tane basılmış bir ofseti buna dahil etmiyorum. Bunu yaptılar. Mesela bir sanatçının eserlerini on bin tane bastılar 5-10 marktan sattılar. Bu da baskının bir çeşidi. Ancak baskının yüzyıllar içinde geçirdiği serüveni, evrimi, bugün insanlık ve sanat ortamı içindeki yerini gözden geçirdiğimizde; sınırlı da olsa insanlara ulaşabilmesi bir hamledir, bir yolculuktur. Benim gravür atölyem de, serigrafi atölyem de var. O bana büyük bir heyecan verdi. Gece yarılarına kadar bir ekiple yapılan bir işi ve onun heyecanını hiç unutmam. Bu konuda özetle söyleyeceğim şey; baskı sanatlarının sanatın demokratikleştirmesi ve herkese ulaşmasının güzelliğini yaşatan bir teknik olduğudur.

Bu alanı geliştirmemiz, daha sağlam gidebilmemiz için öneriniz var mı, neler yapabiliriz?

Türkiye’de “Özgün Baskı Sanatçılar Derneği” var. Bende onun kurucuları arasındayım, onun canlanması için uğraşıyorum. Benim öğrencim olan Prof. Melihat Tüzün o derneğin başkanı, Derneğin sergilerini yapıyoruz. Bunu daha çok kişiye duyurmak lazım. Duyurular workshop’larla olduğu gibi sergilerin dolaşması ile veya tanıtıcı konuşmalarla yapılabilir. Çünkü bugün gravür bile yavaş yavaş etkisini kaybetme yolunda. Başka teknikler çıkıyor. Mesela UV (Ultraviole) tekniği diye bir baskı tekniği var. Büyük yüzeylere kabartma baskılar yapıyor. Ben bunları yapıyorum. Bugün bir tabloyu alıp, bir mekana da asamıyor insanlar. Çünkü önemli bir eserse, değeri yüksek oluyor. Baskıda ister istemez dijital teknikleri, diğer teknikleri kullanacaklar. Ama yöntemlerin doğru saptanması, insanların bu konuda bilgilenmesi çok önemli. Bence daha çok kişinin baskı sanatı etrafında toplanması, yer yer üniversiteler, gruplar, kişiliklerle hep beraber çalışılmalı. Bilgisi olan kişileri bir araya koyarak bir panel düzenlenebilir, baskı sanatlarının geleceği konusunda ön görülerin toplandığı bir şeyler yapılabilir. Yani toplumun sahip çıkmasını sağlamak lazım.

Son olarak söylemek istedikleriniz…

Bizlerle bağlantınızı kesmemenizi söylemek isterim. Türkiye’de bizim gibi bu işi seven insanlar az da olsa var. O insanların tecrübelerinden yararlanın. Onlara değer verin. Mesela Mustafa Aslıer birkaç sene önceye kadar hayattaydı. Hayatını son ana kadar baskı sanatına verdi. Böyle devam eden sanatçılar var. Örneğin Sabri Berker, Fethi Kaya önemlidir. Türkiye’de baskı sanatının hem geçmişi hem geleceğiyle ilgili önerileri toplayın, bizlerle, bu işle uğraşanlarla konuşun. Genç eğitimcilerle, üniversitelerde bunları yapmaya çalışın. Halkın ulaşacağı yerlerde de büyük sergiler yapın. Bizden yardım istediğinizde de severek yaparız. Baskı müzesi neden olmasın. Severek eserlerimizi veririz. Bunun girişiminde bulunun. Sanat konuşmadan var olmayan bir olgudur. Ne kadar üzerinde konuşulursa genişleme alanı o kadar artar.

Röportaj: Derya Aydoğan