Süleyman Saim Tekcan: “IMOGA, atölyenin yarattığı bir müze”

Röportaj: Derya Aydoğan

“Belki de hepimizin ihtiyacı olan şey; onun mavi gözlerinden bakabilmek hayata” diye geçiyor insanın içinden, onunla tanışınca… Aurasından, ifadesinden, duruşundan, konuşmasından sanat yansıyor ışıl ışıl. Prof. Süleyman Saim Tekcan, dünyaya sanatçı olmak için gelmiş özel isimlerden biri. Çok yönlü olmasının yanı sıra özellikle baskıresim alanında adı yıldızlanmış sanatçılarımızdan.

Engravist takipçileri için değerli profesörle; işlerini, baskıresim alanını, Imoga Müzesi’ni ve daha birçok şeyi konuştuk.

Imoga müzesi nasıl ortaya çıktı?

Avrupa’da birçok yabancı sanatçının, jüri üyelerinin olduğu bir grafik yarışmasının jürisinde tespit ettiğimiz bir isimdi IMOGA (International Museum of Graphic Arts). Çok hoşumuza gitmişti, bu yüzden bu ismi koyduk. Burası dünyada bilinen ve Türkiye’deki sanat müzelerinin en önemlilerinden biri. Dünyada çok fazla grafik sanatlar müzesi yok. Türkiye, böyle bir müzesi olduğu için mutlu olmalı.

Daha çok kimler ziyaret ediyor müzeyi?

Burası senede 50 bin kişinin gezdiği bir müze. Anaokuldan üniversiteye kadar çok kişi geziyor. Yabancılar da çok geliyor. Ancak gördüğüm şu ki yabancılar önceden araştırma yaparak daha bilinçli gelip geziyorlar. Ama bence en önemlisi okulların gelmesi.

Özellikle son zamanlarda baskıresmin çok daha popüler olduğunu düşünüyorum…

Son 50 yılın hatta belki de 70-80 yılın Avrupa’sında baskı sanatlarına çok yoğun talep var. Yağlıboya, guaj boya veya sulu boya gibi tekniklerle yapılmış bir eser, orta sınıf veya onun altındaki sınıflar için pahalıdır. Özgün baskıresim, sanatçının eserini çoğaltıp numaralandırarak imzalı olarak sunduğu eserdir. Adet olarak fazla olduğu için diğerlerine göre satışı daha ucuzdur. Avrupa’daki bütün galeriler neredeyse son 50 yılda yaşamlarının en büyük kazancını özgün baskıresimden sağladılar. Daha uygun fiyatlı satıldığı için sanatçıların eserlerinin dünyaya yayılması, ortasınıfların da sanatçıların eserlerini duvarlarına asabilmesi mümkün oldu.

“Koleksiyonun büyümesi
müze fikrini doğurdu”

Müzede ne tür eserler var?

Burada son derece önemli sanatçıların bütün tekniklerde yapılmış işleri var. Taş baskı, litografi, serigrafi, gravür, ağaç baskı, linol baskı veya mix teknik dediğimiz farklı baskı tekniklerinin karışımı gibi tekniklerde işler var duvarlarımızda. En çok sorulan sorulardan biri “Hocam bu matbaa baskısı mı? Orijinal eser değil mi?” oluyor. Baskılarda sanatçının imzası var. İmzasını attığı eser orijinaldir. Altında da kaç adet bastığı ve o eserin kaçıncı baskı olduğu yazar.

Müzenin koleksiyonu nasıl oluştu?

Atölyede gravür presi ve serigrafi makinesi vardı. Önce kendi çalışmalarımızı yapıyorduk sonra başka sanatçılar da gelip burada çalışmak istedi. Zamanla bir baktık ki yüzlerce sanatçı gelip burada çalışmış, iş üretmiş. Bunun karşılığında ücret talep etmedik, sadece burada ürettikleri çalışmalarından arşivimize iş bıraktılar. Böylece belki binlerle ifade edilebilecek sayıda sanat eseri oluşmaya başladı arşivimizde. Koleksiyon o kadar büyüdü ki müze fikri o zaman ortaya çıktı.

Daha sonra uluslararası bir yarışma yaptık. Aşağı yukarı 100 ülkenin çok önemli sanatçılarına ulaşabildik ve bu yarışmayla 2000’e yakın sanat eserinin sahibi olduk. Türk Sanatından neredeyse tüm büyük isimler bizim atölyemizde çalıştı, iş üretti.

Oldukça güçlü bir arşivden söz ediyorsunuz…

Aslında atölyenin kendi kendine yarattığı bir müze olduğunu söyleyebiliriz. Ben böyle bir gelişme olacağını düşünmüyordum ve oldukça hızlı, başarılı bir proje oldu. Ayrıca dünyada atölyeden müzeye dönüşmüş bir müze projesi de yok.

Şuanda belki de dünyadaki grafik sanatlar müzeleri içinde en büyük koleksiyonu olan müzelerden biriyiz. Hatta o müzelerin müdürleri de buraya geldiklerinde burasının bir numara olduğunu, iyi bir koleksiyon olduğunu, iyi bir müze binası olarak tasarlandığını söylüyorlar ve çok ilgilerini çekiyor. Bundan mutlu oluyoruz.

Bu müze sizin için özel olarak ne ifade ediyor?

Hepimizin geldiği yer belli. Kocaman bir binam, aşağıda arabam, unvanım var. Herkes çok büyük adam gibi görüyor beni. Ama bütün bunlar hikaye… Bir mahallede fakir bir ailenin çocuğu olarak doğuyorsun. Önce mahallenin çamuruyla oynayarak eser yaratıyorsun. Sonra mürettiphanede harf diziyorsun, gazeteyi basıyorsun, koltuğunun altına alıp şehre dağıtıyorsun. Sonra da devletin parasız okullarında okuyup bir yerlere geliyorsun. Bu ülke, tüm bunları insanlarına veriyor. Şimdi 80 yaşına yaklaşmış bir hoca olarak düşündüm ki ülkenin bana yaptığı hizmet karşılığında benim bir borcum var. İşte o borcumu bu müzeyi kurarak ödüyorum.

İnsanlar bana “Hocam, sen burayı sat, keyfine bak, Floransa, Paris, Londra vs gez, müzelere git. Daha kaliteli yaşarsın, uğraşma” diyorlar. Ama mesela şimdi seninle sohbet ediyoruz. Birkaç gün önce de başka bir grup gelmişti. Burada insanlarla tanışıyorum, iletişim kuruyorum. Gelecekte ülkemizde müze kültürü olan insan kalitesi yükselsin istiyorum. Ülkemizin değerini bilmeliyiz. Dünyadaki hiç bir ülke bizim topraklarımız kadar katman katman uygarlığın sahibi değil. Bu kadar çok uygarlığı olan başka bir ülke yok. Roma, Grek, Selçuklu, Osmanlı, Asur, Hitit… Bütün dönemlerin işlerinin en çokları bizde. Ama bunların hiçbirinin müzesi yok. Bu uygarlıkların müzeleriyle Türkiye’yi başka bir boyuta taşıyabiliriz. Ama maalesef bugüne kadar mümkün olmadı.

“Kültürünüz yoksa
zengin bir hayat yaşayamazsınız”

Ailede başlayan okullarda devam eden eğitimle insanların bilgilendirilmesi yeterli değil. Dünyada müzeler aslında bir eğitim kurumu olarak çalışıyor. Geldiğiniz müze de çok önemli. Bunlar olmak zorunda. Olmazsa başka bir biçimde yaşar, ömürlerimizi tüketiriz. Kimse bize sahip çıkmaz. İnsanın en önemli şeyi zekası. Düşünmek, okumak, araştırmak ve yaratmak. Eğitim eğer bu konular içinde yapılmıyorsa, insanlar bu şekilde yetiştirilmiyorsa, yaşamıyorlar demektir bana göre. Türkiye’de çok parası olan insan var. Para zenginlik midir? Bana göre hayır. Çok parası olup sefil hayatı yaşayan insanlar çok. Oysa zenginlik kültürle ilgili bir şeydir. Eğer kültürünüz yoksa zengin bir hayat yaşamıyorsunuz demektir. Onun için eğitim çok önemli bir şey.

İnsanı yetiştirmek çok önemli. Bizim bir biçimde eğitime çok önem vermemiz lazım. Bizim yanımızda çalışan iki tane ilkokul mezunu çocuk var. Şuanda Türkiye’nin en iyi gravürcüleri biliyor musunuz? Benden iyi gravür yapıyorlar. Benim gravürlerimi de şimdi onlar basıyorlar.

Süleyman Saim Tekcan – Lütfü Kaplanoğlu

Neden daha çok atlar üzerine çalışıyorsunuz?

At çok önemli bir yaratık. Dünyada hemen hemen tüm sanatçıların resim konusu olarak seçtiği konuların başında gelir. Dünyadaki en güzel ölçülerin sahibi olan iki yaratık var; biri insan biri de at. Altın kesim dediğimiz ölçülere en uygun olanları onlar. Ayrıca at, günümüze kadar tüm dönemlerde önemli, at olmasaydı imparatorluklar kurulmayacaktı. Eğer at olmasaydı Osmanlı imparatorluğu o kadar geniş yerlerde imparatorluk kurabilir miydi? Birçok imparatorluk öyle. Şimdiki dönemde arabaya biniyoruz. “Arabanız kaç beygir gücünde” diye soruyorlar. Gücü temsil eden şeyin at olduğunu unutmayalım. Bir de hepimizin soyunda ata binilen hikayeler var. Mesela benim babaannem çok iyi at binen bir Çerkez kadınıymış. Bende at bindim. Ayrıca at heykelleri de yapıyorum. Ama at tek başına bir sanat eserinin konusu değil.

2008 yılında bir özgün baskıresim bienali yapmıştınız… O neden devam etmedi?

İkincisini İstanbul Belediyesi’nin bir programı içinde yapmayı düşünmüştük. Uluslararası bir bienalin maliyeti aşağı yukarı 150 bin dolar civarında. Çok güzel bir proje sunduğumuz halde gerekli ekonomik desteği vermediler. Mali açıdan yeterli olmadığımız için devam edemedik. Ama yapılmaz değil tabii. Bundan sonra belki bienal adı altında değil de uluslararası sergiler yapma imkanımız her zaman var.

Peki o zaman yaptığınızda istediğiniz etkiyi almış mıydınız?

O bienalin şimdiye kadar dünyada yapılmış bütün grafik bienalleri içinde en başarılısı olduğu söyleniyordu. Çünkü 100 ülkenin önemli sanatçılarından 1700 sanatçı katıldı. Çok sayıda eser geldi. Bu eserler şuan arşivimizde. Bunların içerisinde öyle sanatçılar vardı ki dünyanın en büyük baskı sanatçıları… Büyük ödülleri alan sanatçılar da genelde onların arasından çıktı.

“Dünyaya vereceğiniz şeyler
dünyanın sizden beklediği şeyler kadar olmalı”

Günümüzde Türkiye’de baskıresim alanını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benim de kurucusu olduğum birçok kurumda bu dersler iyi yapılıyor. Türk insanının sanata çok yatkın olduğunu ve dünyada hiçbir milletin olamayacağı kadar zeki olduğunu düşünüyorum. Ama tüm bunlara rağmen eğitim iyi olmadığı ve ortam yeterli olmadığı için öğrencilerimiz hem gerektiği kadar iyi yetiştirilemiyor hem de dünya platformuna çıkabilecek kadar eser üretemiyorlar.

Dünya platformuna çıkabilecek şekilde eser üretmek, dünyada görünür olabilmek için özellikle dikkat edilmesi gereken nedir?

Dünyada daha görünür olabilmek için çok önemli bir şart var o da ülkenizin yönetim bakımından dünyada itibarlı olması lazım. Sizin dünyaya vereceğiniz şeyler dünyanın sizden beklediği şeyler kadar olmalı. Yani müzenizin duvarına mesela Alman, Fransız sanatçıların eserlerini asmazsanız onlar da kendi müzelerine bir Türk sanatçısını asmaz. Dünyada her şey alışveriş… Yabancı sanatçıların eserlerini asabilmek için de müzeler yapmanız lazım. Burada bir devlet politikası gerekiyor. Tabii uluslararası platformda olabilmek için o platformun kalitesine uygun kültürünüzün becerinizin ve iyi niyetinizin olması lazım.

Peki burada işleyiş nasıl hocam, ne tarz şeyler yapıyorsunuz?

Belki de sanatçı bakımından dünyayla ilişkileri olan tek müzeyiz. Buraya dünyanın önemli sanatçıları bağış yapabiliyorlar. Biz de zaman zaman onlara birçok Türk sanatçının eserlerini bağışlıyoruz. Böylece koleksiyonumuzu çeşitlendirip çoğaltıyoruz.

Peki öğrenciler gelip burada eğitim alabiliyorlar mı?

Yabancılar gelip workshop yapıyorlar. Bazen de ben yabancı ülkelere gidip workshop yapıyorum. Aşağıda bir misafir odamız var. Sanatçılar orada 1-1,5 ay kalıp çalışıyorlar, iş üretiyorlar. O şekilde bir çalışmamız da var.

Burada duran bu harika piyano dikkatimi çekti… Merak ettim siz de çalıyor musunuz?

İyi bir piyano çalıcısı değilim. Ama burada çok önemli konserler oluyor. Konservatuarlardan birçok arkadaş gelip burada çalıyor. Bazen de çok hoş şeyler yaşıyoruz. Maalesef dışarıda birçok önemli kurumda böyle bir piyano yok ve niye yok diye kendi kendime düşünüyorum.

Röportaj: Derya Aydoğan